Semra Dursun, International Council of Museums-ICOM Eski Başkanı, müzebilimci Suay Aksoy ve müzeograf, küratör Canan Cürgen Gültaş ile müzelerin ‘şeffaflığını’ konuştu. Bu yazı ilk olarak Artdog’un Yapay Zeka adlı sayısında (Mayıs-Haziran 2023, Sayı: 16) yayınlanmıştır. MMKD internet sitesinde paylaşımına gösterdikleri destek için Artdog İstanbul‘a teşekkür ederiz.
* * *
‘Şeffaf Müzecilik’ kavramı son yıllarda kültür- sanat alanının en tartışılan konularından. Müzelerin stratejisi, koleksiyonu, bağlantıları, kurumlarla iletişimi, çalışan hakları, aldıkları bağış ve sponsorluklar gibi pek çok konu ‘şeffaflık’ kavramı ekseninde daha sık sorgulanır oldu. International Council of Museums-ICOM Eski Başkanı, müzebilimci Suay Aksoy ve müzeograf, küratör Canan Cürgen Gültaş ile müzelerin ‘şeffaflığını’ konuştuk.
42. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri (All the Beauty and the Bloodshed) adlı film bir yandan seksenli yıllarda New York’un underground ve kuir çevrelerini belgeleyen fotoğrafçı ve aktivist Nan Goldin’ın hayatına odaklanırken; diğer yandan Goldin’ın kurucusu olduğu Prescription Addiction Intervention Now (P.A.I.N.) kuruluşunun sanat dünyasıyla içli dışlı olan ve birçok dev müzeyi fonlayan Sackler ailesine karşı verdiği mücadeleyi konu alır. Laura Poitras’ın yönetmenliğini üstlendiği, 79. Venedik Film Festivali Altın Aslan ödüllü belgesel, 2018 yılında Goldin’ın da aralarında bulunduğu grubun Metropolitan Sanat Müzesi’nin en büyük galeri alanı Sackler Kanadı’ndaki heybetli Dendur Tapınağı çevresine boş reçeteli şişelerin saçılması ve bir ölüm eyleminin sahnelenmesiyle başlar.
Belgeselde sözü edilen Sackler ailesi, Yale Üniversitesi’nden ABD’deki Guggenheim Müzesi’ne; Serpentine Galerisi’nden Kraliyet Akademisi’ne kadar dünyanın önde gelen prestijli kültürel ve akademik çevrelere yaptıkları cömert hayırseverlikleriyle ünlü. Aile zenginliğinin büyük bir bölümünü ilk kez 1996’da piyasaya sürülen reçeteli ağrı kesici OxyContin’e borçlu. Amerika’da küçük ameliyatlar sonrasında dahi kolayca hastalara reçete edilen bağımlılık yaratan bu ağrı kesici nedeniyle 2016’da sadece ABD’de 43 bin kişi hayatını kaybetti. Ayrıca ülkede eroin bağımlılarının yüzde 80’inin bu reçete ile bağımlılıklarına başladığı da tespit edildi. Binlerce insanın ölümüne ve bağımlılığına neden olan ilaçla ilgili dava dalgası bir dönem kamuoyunun gündemine taşınsa da OxyContin’i üreten Purdue Pharma’nın dışında, şirketin sahibi Sackler ailesi bu davalardan hiç yara almadı.
Sanat dünyayı değiştirebilir mi?
Fotoğrafçı ve aktivist Nan Goldin ve kurucusu olduğu P.A.I.N., “Sanat dünyayı değiştirebilir” düşüncesiyle insanların ölümüne neden olan OxyContin’in üreticisi ve sanat dünyasıyla içli dışlı olan Sackler ailesinin sanata yaptıkları her türlü ‘hayırsever katkı’yı uzaklaştırmayı misyon edinir. Goldin, ABD’de Metropolitan Sanat Müzesi, Smithsonian Enstitüsü, Guggenheim Müzesi; Harvard, Yale ve Cornell gibi üniversiteler; İngiltere’de Royal Academy, Serpentine Gallery, National Gallery, Victoria & Albert Müzesi, Kraliyet Operası, Oxford Üniversitesi; Fransa’da Louvre Müzesi gibi, birçok kalburüstü kurumun Sackler ailesinden ciddi bağışlar aldığı söyler. Nan Goldin ve kurucusu olduğu P.A.I.N., yapılan bu bağışlar sonucunda ailenin adının bu prestijli kurumların binalarının cephelerine kazındığını ve böylece insanların zihninde “Sackler” sözcüğünün sanat ve bilim hamiliğiyle özdeşleştiğine dikkat çeker.
Belgesel boyunca P.A.I.N.’in Metropolitan Sanat Müzesi, Louvre Müzesi, Guggenheim Müzesi ve Victoria&Albert Müzesi gibi dünyaca ünlü müzelerde Sackler ailesine karşı gerçekleştirdikleri protestolardan görüntüler sık sık izleyiciye sunulur. Grup gerçekleştirdikleri müzelerin Sackler ailesi ile finansal bağların kesmelerini talep eder. “Bunu yapmak zorundaydım çünkü başka bir şey yapamazdım,” diyen Nan Goldin ve PAIN’in mücadelesinden ardından Metropolitan Sanat Müzesi, 1974’te Mısır’dan müzeye taşınan Dendur Tapınağı’nın sergilenmesi için inşa edilen bölüme yaptıkları bağış nedeniyle verilen Sackler Wing adını -ana binayı barındıran bu kanat da dâhil- yedi sergi alanından kaldırır. Protestoların ardından Serpentine Galerisi ise Sackler’ın yaptığı bağışı reddeder. Yine Paris’teki Louvre da müze binasında bulunan Sackler adını hızlı çıkarır… Belgesel, müzelerin aldıkları bağış ve sponsorlukların kaynaklarına dair güncel bir sorgulamayı gündeme taşır.
Müze yönetimi ve fonlara karşı protestolar
Müzelerin kimler tarafından yönetildiği ve fonlandığıyla ilgili Goldin’in öncülük ettiği mücadeleye benzer bir örnek de 2019 yılında New York’taki Whitney Müzesi’nde yaşanır. Yaklaşık 100 müze çalışanı ve Decolonize This Place (DTP) adlı grup müzeyi işgal ederek; 2006’dan beri müze yönetim kurulunda bulunan Warren B. Kanders’ın istifa etmesini isterler. Olay, 25 Kasım 2018 tarihinde ABD-Meksika sınırından Kaliforniya’ya geçmek isteyen ve aralarında çocukların da olduğu yüzlerce sığınmacılara göz yaşartıcı gaz ve sis bombasıyla saldırılmasının ardından sahada bulunan Sante Fe Reporter gazetesi muhabiri Aaron Cantú’nun sosyal medya hesabından Safariland ve Defense Technology markalarının yazılı olduğu kimyasal silah kapsüllerinin fotoğrafını paylaşmasıyla başlar. Cantú fotoğraflara, “Her ikisi de, silah ticareti devlerinden Warren B. Kanders’a ait şirketler,” notunu düşer. Paylaşımın ardından Kanders’in Whitney Müzesi yönetiminde yer aldığıyla ilgili yayımlanan haberler kamuoyunda geniş yankı bulur. Whitney Binenali’ne kadar haftalarca süren protestolara ardından Kanders, müze yönetiminden istifa ettiğini açıklar.
2021 yılında ise Anti-National Anti-Imperialist Feelings (IIAAF) grubunun başını çektiği Strike MoMA (MoMA Grevi), Modern Sanat Müzesi (MoMA) yönetim kurulu başkanı Leon Black’in hüküm giymiş cinsel suçlu Jeffrey Epstein ile finansal bağlarının ortaya çıkmasının ardından başlar. Haberin yayılmasıyla birlikte Black’in müze yönetiminden istifa etmesini için başlatılan protestolar büyür ve yaklaşık 10 hafta sürer. Protestolar sırasında 150’den fazla sanatçı tarafından hazırlanan açık mektupta müzenin ‘zehirli hayırseverlik ve baskıcı yapılarla’ ilişkisinin sona erdirilmesi gerektiği vurgulanır. Protestolar sırasında MoMa’nın kurulduğu günden beri rolü ve bundan sonra yoluna nasıl devam edeceği de daha sık sorgulanır.
Müzeyi nasıl konumlandırmalıyız?
Dilerseniz sizi MoMA’da, 1970 yılında gerçekleşen başka bir olaya daha götürelim. Hans Haacke, MoMA’da Kynaston McShine’ın küratörlüğünü üstlendiği Information isimli sergiye müze yönetiminde söz sahibi olan Nelson Rockefeller’ın politik duruşunu sorgulayan bir anketle katılır. Haacke’nın sergiyi ziyaret edenlere yönelttiği soru dönemin önemli gündem konusu Vietnam Savaşı ile ilgilidir. “MoMA Anketi” olarak da bilinen çalışmayla ilgili Hans Haacke, e-skop internet sayfasında çevirisi yayınlanan Sanatın Şirketleşmesi makalesinde şunları anlatır: “ABD’nin Kamboçya’yı bombalaması ve saldırı düzenlemesi konularında Başkan Nixon’a danışmanlık yapan Henry Kissinger, aynı zamanda Nelson Rockefeller’ın güvenini kazanmış dış politika danışmanıydı. Nelson Rockefeller MoMA’nın mütevelli heyetinde başkanlık da yapmıştı. Information sergisi sırasında erkek kardeşi David, MoMA yönetim kurulunun başındaydı, kardeşinin eşi ise kurula üyeydi. Açılıştan bir akşam öncesine kadar anket sorumu açıklamamıştım. David Rockefeller memnun olmadı. Söylendiğine göre, ertesi gün bir adamını müzeye gönderip, anketin sergiden kaldırılmasını istemişti. Ancak müzenin direktörü olarak yeni atanmış olan John Hightower emri kaale almadı. Sadece iki yıl görevinde kalabildi.”
Haacke makalesinde, David Rockefeller’ın Anılar’ında John Hightower’ın bu kadar kısa bir sürede görevden alınmasının ardındaki nedenleri anlattığından da söz eder. Rockefeller’ın konuyla ilgili yaptığı açıklama aslında bugünlerde de sıkça sorgulanan “Müzeyi nasıl konumlandırmalıyız?” sorusuna çarpıcı bir cevap niteliğindedir: “John, müzelerin sorun çözme konusunda topluma yardımcı olma yükümlülüğü olduğuna inanıyordu. Günün başta gelen toplumsal sorunu Vietnam olduğuna göre, MoMA’nın da bu ulusal fikir çatışmasında yer alması gerektiğini düşünüyordu. (…) Müze mağazasında utanç verici My Lai katliamının afişinin satılmasına izin verdi. (…) Ardından 1970 yazında o kepaze Information sergisini düzenledi. (…) Müzeyi ziyarete gelenlerin şu soru için oy vermeleri isteniyordu: ‘Vali Rockefeller’in Başkan Nixon’ın Hindiçin siyasasını yermemiş olması, sizi kasımda ona oy vermekten alıkoyar mı?’ (…) John fikirlerini ifade etmekte özgürdü ama müzeyi savaş karşıtı aktivizmin ve cinsel özgürleşmenin forumuna çevirmeye hakkı yoktu. (…) CBS kanalının başı ve MoMA’nın yönetim kurulu başkanı Bill Paley, benim tam desteğimle, Hightower’ı 1972 başında kovdu.”
Müzeler ve şeffaflık konusunu ele alırken dilerseniz bağış ve sponsorluklar dışındaki başlıklara bu sefer Türkiye’den örneklerle göz atalım…
Kamuya açık faaliyet raporu
Emre Erbirer, Istanbul Art News için kaleme aldığı 2019 tarihli“Kültürün şeffaflaşması mümkün mü?” başlıklı haberinde Türkiye’de İstanbul Kültür Sanat Vakfı dışında bilinen kamuya açık bir ‘faaliyet raporu’ yayınlayan kültür kurumu olmadığından söz eder. Erbirer yazısında 2013 yılından itibaren kurumun yayımladığı raporlarda bir önceki yılın etkinlik ve katılımcı odaklı verilerinin sunulduğu, ayrıca ekip formasyonu, bütçe dağılımı, sponsorluk ve kamu katkıları listelerinin de yer verildiğini aktarır. Aynı haberde müzeograf – küratör Canan Cürgen Gültaş’ın Türkiye ve dünyadaki farklı müzelerin şeffaflık bakış açısından bir karşılaştırmasına da yer verilir: “İnternet üzerinden müzeye erişim şeffaflığı kolaylaştırır. Geleneksel olarak gizli tutulan bilginin, şimdi erişilebilir olup olmadığını yeniden düşünmemiz gerekir. ‘Bağışçılar kim? Bağışlanan para nereye, nasıl harcanıyor? Koleksiyondan çıkarma, eser ödünç verme süreçleri kime, neye göre belirleniyor?’ TATE Britain, British Museum, MoMA gibi pek çok müzenin koleksiyon yönetim politikalarına internet siteleri üzerinden ulaşabiliyoruz. Yine pek çok müzenin koleksiyonuna internet üzerinden erişebiliyoruz. Örneğin, ülkemizde Pera Müzesi ve Türk İslam Eserleri Müzesi gibi müzeler, internet üzerinden koleksiyonlarına dair ayrıntılı bilgi yayınlıyor. Ama pek çok özel müze ve devlet müzesi erişilebilirlik ve şeffaflık adına atması beklenen adımları henüz atmış değil.”
Kamuyla bilgi paylaşımı
Türkiye’de ‘şeffaf müzecilik’ kavramı ekseninde tartışmaya açılabilecek örneklerden biri de Bilgi Üniversitesi’nin 2007 yılında açılan Santralİstanbul Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin koleksiyonunu satışa çıkarmasıydı. Fikret Mualla, Mübin Orhon, Yüksel Arslan, Ömer Uluç, Kemal Önsoy, Nil Yalter, Abdurrahman Öztoprak, Nur Koçak ve Selma Gürbüz gibi sanatçıların birçoğunun eserlerini bağışladıkları Santralİstanbul, koleksiyondaki 70 yapıtı satmaya karar verdiğinde büyük tartışmaları da beraberinde getirdi. 6 Şubat 2013 tarihli T24 internet sitesinde yayınlanan haberde tepkilere yer verildi: “Osman Erden (AICA Türkiye Başkanı): Genelde bir müzeye girmiş bir eser, artık sanat piyasasından çekilmiş olarak kabul edilir. Birkaç sene önce, bu müze de büyük bir heyecanla oluşturuldu. Türkiye sanat ortamı da heyecanlandı, eserler bağışladı. Şimdi müzenin önemli bir kısmının kapatılıp dersliğe dönüştürülmesi ve koleksiyonun önemli bir kısmının satışa sunulması hem kurum hem de Türk çağdaş sanat ortamı açısından büyük bir utançtır. Umarım gerekli tepkileri gösterebiliriz.
Santralİstanbul’un kurucularından Oğuz Özerden: “Biz bu eserleri aldığımız zaman, kamunun elinde olsun diye tescil ettirmiştik, müze envanterine. Her sene teftiş de edilirdi hatta. Ama satılması konusunda izin alınmış demek ki…” der. Vasıf Kortun “Bir yanda bir türlü açılamayan Resim Heykel Müzesi, eserlerinin akıbeti belli olmayan Ankara Müzesi gibi vakalar var. Öte yandan, özel sektöre güvenip devredilen müzecilik örneklerinden biri gözümüzün önünde yok oluyor şimdi. Kamuya güvenemiyorsak, özel sektör de hüsrana uğrattıysa, Türkiye’nin sanat belleğine ne olacak? Tehlikeli bir gidiş olarak görüyorum bunu. Devletten müze ve kamu hizmeti için kiralanan, bu iddiayla yola çıkan bir özel kurumun bu şekilde davranması, başka örnekler için de çok tehlikeli bir öncül olacak.” diye yorum yapar.
Bir müzenin şeffaf olması ne demek? Türkiye’deki müzeler için ‘şeffaflık’ kavramını ne ifade ediyor? Bir müzenin şeffaflığının kamu nezdinde nasıl bir önem taşıyor? Tüm bu sorularından yola çıkarak ICOM Eski Başkanı, müzebilimci Suay Aksoy ve müzeograf – küratör Canan Cürgen Gültaş ile ‘şeffaf müzeciliğin’ anlamını ele aldığımız söyleşiyle baş başa bırakıyoruz sizleri…
- Bir müzenin şeffaf olması ne demek? Müzeler açısından ‘şeffaflık’ kavramını nasıl tanımlamak gerekiyor?
Suay Aksoy: Bir müzenin şeffaf olması toplum yararına çalışan herhangi bir kurumun, kuruluşun şeffaflığından çok da farklı değil. Yaptıkları her işte, çalışma yürüttükleri her alanda kamu yararını dikkate aldıkları varsayılır. Toplumla ve kendi izleyicileriyle, ulusal ya da yerel yönetişim organları, iş birliği yapılan kurumlar, müze personelleri ve hatta gönüllüleriyle yani çeşitli paydaşlarla şeffaf ilişkiler kurmak ve yürütmek olarak düşünebiliriz. Buna devlet ve belediyelerin kültür politikalarının nasıl bir çerçeve çizdiğini, neler sunduğu ya da sunmadığını, elbette müzenin misyon ve programlarını gerçekleştirmek için izlediği yol ve yöntemleri sorgulayabilmeyi de eklemek gerekir.
Canan Cürgen Gültaş: Gören ve gösteren arasında gizilin olmamasıdır şeffaflık. Gören sorduğunda gösterenin de hesap verebilir, sorulanı yanıtlayabilir ve belgeleyebilir olmasıdır. Bu bakımdan şeffaflık her ülkenin müzelerinde, o ülkenin kültür ve adalet politikaları doğrultusunda gelişir ya da gelişmez. UNESCO tarafından 2001’de yayımlanan Kültürel Çeşitlilik Evrensel Bildirgesi, kültürü günümüzün kimlik, sosyal uyum ve ekonomi gibi tartışmalarının merkezine yerleştiriyor. Adalet politikaları sadece hukuki düzenlemelerle değil; sosyal yaşamda toplumsal barış, bir arada yaşama kültürü ve yatay iletişim tesis edilerek korunur ve gelişimi desteklenir.
“Müze, somut ve somut olmayan mirası araştıran, toplayan, koruyan, yorumlayan ve sergileyen, kâr amacı gütmeyen, toplumun hizmetinde olan kalıcı bir kurumdur.” Uluslararası Müzeler Konseyi ICOM’un 2022 yılında Prag’da gerçekleşen kongresinde kabul edilen müze tanımının ilk cümlesi bu. Bu cümle müzenin esasını belirliyor. Bu esas üzerine devam ederek; “Halka açık, erişilebilir ve kapsayıcı müzeler, çeşitliliği ve sürdürülebilirliği destekler. Eğitim, keyif, yansıtma ve bilgi paylaşımı için çeşitli deneyimler sunarak etik, profesyonel ve toplulukların katılımıyla çalışır ve iletişim kurarlar.” Şeffaflık kavramı, bu tanımda bir gereklilik olarak açıkça ifade edilmemişse de ‘halka açık ve erişilebilir müzeler’ ifadesi içinde yerini aramak mümkün.
Halka açık olmak nedir? Kapıların açık olması ile sınırlayamayacağımız bu tanım, bilgiyi, müzenin bir kurum olarak topladığı ve ürettiği her tür bilgiyi paylaşması demek. Bu, koleksiyonundaki eserlerin niteliği ve niceliğinden onları hangi kaynaklardan nasıl sağladığına, kullandığı fonların tutarından, fon sağlayıcı sponsorların kimler olduğuna kadar geniş bilgiyi kapsar. Müzeler için şeffaflık, müzenin yönetiminde; idari ve mali işleyişinde, koleksiyon ve iletişim politikalarında, bu politikaların kamuya beyanında aranır.
- Bir müzenin şeffaflığı kamu nezdinde nasıl bir önem taşıyor?
Suay A.: Bir müzenin şeffaflığı kamu nezdinde büyük önem taşımalı elbette. Ancak ülkemizde kamunun bu konuda ne kadar duyarlı olduğunu, hesap sorma kapasitesini pek bilmiyoruz. Müzeler hesap verebilir olmak zorunda. Devlet müzeleri halkın ödediği vergilerle ayakta duruyor. Belediye müzeleri de verilen hizmetler sayesinde halktan toplanan paralarla yaşamlarını sürdürüyor. Öte yandan şayet varsa sponsorlar da paralarının nerelere harcandığını bilmek isterler. Dolayısıyla müze finansal olarak neyi, neden yaptığını ya da neden yapmadığını açıklayabilmeli. Örneğin yenileme ya da başka proje ihalelerini nasıl gerçekleştirdiğini baştan sona anlatabilmeli. Hangi duyuruyla, hangi yarışmayla, hangi bağımsız uzman kurulun oylaması ve kararıyla kazananın belirlendiğini belgeleyebilmeli. Ancak bizde bakıyorsunuz, işler tam da böyle yürümüyor. Ama şeffaflık sadece mali alanla sınırlı değil. Müze, koleksiyonuna yeni kattığı parçaları olduğu kadar elden çıkardıklarını da gerekçeleyebilmeli. Bizde bilinen başlıca elden çıkarma olayı ya da skandalı Santral İstanbul’un koleksiyonunun paramparça edilip satılmasıydı. Bundan önceye ve sonraya ait örnekler de olabilir ama konuşulmuyor.
Bu konu yurt dışındaki müzeler tarafından giderek daha büyük titizlikle ele alınmakta. Hele son yıllardaki ‘dekolonisazyon’ çabaları sayesinde yurdundan koparılıp meşru ya da gayrimeşru yollarla başka ülkelerdeki müzelere götürülmüş sanat ve kültür varlıkları, menşei ülkelerine iade edilmek durumunda kalıyor. Ve bunun yol açtığı ciddi tartışmalar ve eylemler var. Dijitalleşme etkilerine değinmiyorum bile.
İtiraf edeyim ki aklıma bazı hınzır düşünceler de gelmiyor değil. İklim değişikliğinin her alan gibi müzeleri de sarstığı bir dönemde bu varlıkları müzelerde saklamanın ve korumanın bedeli bunları menşei ülkelerine yollamaktan daha mı yüksek acaba? Bu hesap kültür varlıklarının ters göçünde etkili mi oluyor? Unutmayalım ki karbon salınımını, karbon ayak izini kaygıyla irdelediğimiz antroposen çağında müzeler de büyüteç altında. Sürdürülebilirlik meselesinin açık açık ve sürekli konuşulması gerekiyor.
Sürdürülebilirlik tartışmasının Türkiye müzeleri açısından henüz bu kadar şeffaf ve önemli hale geldiğini söylemek zor. Yani “Ey müze sürdürülebilirlik açısından sen ne yapıyorsun?” diye sorsak, bir şey olur mu? Devlet müzelerinde kurumsal politikalar ve bütçe kararları en tepeden alındığı için müzeler diyelim bütçeleri ya da ziyaretçi sayılarını ifşa etseler bile kapsamlı bir şeffaflıktan söz edebilir miyiz? Şu sorulara cevap verebilirler mi? Neden bütçen bu kadar küçük veya büyük; sergilere, araştırma ve yayına, ücretlere bütçede ayrılan paylar ne kadar; kaç geçici sergi yaptın, yapmayı planlıyorsun; yeni eleman istihdam ettin mi, neden; bunlarla ziyaretçi sayılarını ne kadar arttırmayı hedefliyorsun; geçici sergi temalarını neye göre seçtin, toplum nezdinde anlamlı mı, geçerliliği var mı? İşte bu ve benzer sorulara verdiği cevaplar bağlamında müzenin şeffaflığından söz edebiliriz.
Canan C. G.: Kamu, yani halk müzenin ziyaretçisi, bağışçısı, destekçisi, sözcüsü, rehberi, müzenin temel kaynağıdır. Müzede anlatılan bizim hikâyemiz, halkın hikâyesidir. Halkın kendini ve kültürünü tanıyıp anlayacağı yer müzedir. Dolayısıyla bu ilişki özünde açık, kapsayıcı ve şeffaf olmayı gerektirir. Şeffaflıkla istenen güven oluşturmaktır. Müze ziyaretçisi, müze yönetiminin yatay ilişki kurması gereken kitledir. Örneğin ‘müze dostu’ dünyanın çeşitli müzelerinde geçerli bir kavram ve müze üyeliği ile giriş indirimi ya da müze mağazasında geçerli indirimle sınırlı olmayan bir uygulama biçimi. O müzenin ziyaretçisi olan bireyler, müzenin idaresindeki çeşitli işlerde uzmanlara destek veriyor, bunun için uzmanlardan eğitim alıyor. Bu tür uygulamalar bir risk gibi görünse de, müzeyi kullanan halkın onu benimsemesi için dâhil olmasını gerektiren ve desteklenmesi gereken bir uygulama. 14 Aralık 1960 tarihinde UNESCO tarafından Paris’te yayınlanan Müzeleri Herkes için Ulaşılabilir Kılmanın En Etkili Yolları tavsiye kararı belgesinin on üçüncü maddesinde: “Müzeler kendi bölgelerinde fikir ve kültür merkezleri olarak hizmet etmelidir. Bu nedenle toplumun entelektüel ve kültürel yaşamına katkıda bulunmalı ve karşılığında halkın müzelerin etkinliklerine ve gelişimine katılma fırsatı verilmelidir,” cümlesiyle verdiği tavsiye yer alıyor. Bu tavsiyenin sonraki 50 yılda ne kadar uygulandığına bakarsak açıklayıcı bir tablo ortaya çıkıyor; halk, ziyaretçi olarak bilet alıp gezmenin, ücretli veya ücretsiz etkinliklere katılmanın ötesinde müzenin ‘gelişimine’ katkı sağlayamıyor. Bugün bilet almak bile müzeye erişimde ekonomik ve ilk engel. Öncelikle yönetim yapılarının halka bakışı değişmeli, ziyaretçi müşteri olmaktan çıkmalı. Kamu da bunu talep etmeli; kullanıcı, tüketici olmakla yetinmeyip katkıda bulunmak isteyen olmalı. Elbette bireyin karşısında kurum davet eden olmalıdır. Yani değişim başlatacak olan da müzeler; dolayısıyla kültür politikalarımız, bu politikaları üretenlerdir. Üretim yöntemlerinin yatayda örgütlenmesi gereği de önemli ve üzerinde çalışmak zorunda olduğumuz bir husus. Belki uzak olmayan bir gelecekte işçiler ve öğrencilerin müzelerin yönetim ve danışma kurullarında yer aldığını görebiliriz. Bunun olabilmesi için sınıf farkının statü farkı olarak tezahür eden çarpıklığını düzeltmeye ve bir arada yaşama kültürümüzde bir dönüşüm yaşamaya ihtiyacımız var.
- Bir özel müze ne kadar şeffaf olmalı? Ya da şeffaf olmalı mı? Bu şeffaflıktan tam olarak ne anlamalıyız?
Suay A.: Tabii ki özel müzeler de şeffaf olmalı ve zaten onların daha şeffaf olduklarını düşünebiliriz. Çünkü müze yönetimine bir işletme mantığıyla bakabiliyorlar. Elbette kâr amacı gütmeyen ve toplumun hizmetine adanmış, misyonu tanımlı bir işletme olarak anlamalıyız bunu. Bu nedenle de stratejik plan yapma, yıllık faaliyet raporu yayınlama, fon ve sponsor bulma, pazarlama etkinlikleri düzenleme gibi konularda hem daha becerikli ve kıvrak olabiliyorlar hem de bunları paydaşlarına açıklamak durumundalar.
Tabii bu iki ucu keskin bir bıçak, paydaşların başında izleyici kitlesi, kamuoyu geliyor. Biliyorsunuz Amerika’da George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi üzerine başlayan “Black Lives Matter” eylemleri kimi müzelerin kıdemli sponsorlarını kapı dışarı etmesine, galerilerden adlarını sökmelerine kadar uzanan bir etki yarattı. Keza fosil yakıtları üretimini sürdüren ultra zengin sponsorların başına da bu geldi. Greta Thunberg’e teşekkürler! Bütün müzeler gibi özel müzelerin de tüm girişim ve eylemlerini etik kurallar içinde yapıyor olması çok önemli. Şeffaflık her şeyden önce etik anlamda hesap verebilirliği dayatıyor.
Canan C. G.: Yapılması gereken belli başlı işler var. Yasal bir yaptırım olmamakla birlikte Uluslararası Müzeler Konseyi Müzeler İçin Etik Kuralları tavsiye kararları var. Müzeler, iş birliği yaptığı kurum ve kuruluşları, sponsorlarını kamuya açıklamalıdır. Müze yönetim kurullarının, mütevelli heyeti üyelerinin, hatta müze uzmanlarının kim olduğu ve hangi görevlerle yetkilendirildikleri görünür kılınmalı, bu yetkiler denetlenmelidir. Koleksiyon edinme ve elden çıkarma politikaları, envanter kayıtları mutlaka mevcut ve ulusal, uluslararası standartlara uygun ve kamunun erişimine açık olmalıdır.
Yönetsel yapısı, koleksiyon içeriği ne olursa olsun müzelerin; amaç, vizyon ve misyonları, yönergeleri, koleksiyon ve personel yönetimi gibi işleyişe özgü alanlarda yazılı belgeleri, politikaları mevcut olmalı, kamuya beyan edilmeli ve bunlar müzelerin sürdürülebilirlik, etik, politik, sosyal ve kültürel sorumluluklarıyla örtüşen değerlerle oluşturulmalıdır.
- ICOM’un yayınladığı Müzeler İçin Etik Kuralları metni bu şeffaflığı sağlamak adına nasıl bir yöntem tavsiye ediyor?
Suay A.: İster ICOM’un Etik Kurallar metni olsun, ister ulusal müze birliklerinin (MA, AAM gibi) etik kuralları olsun, kısa, öz bir şeffaflık reçetesi sunmuyor. Ama yönetişimden koleksiyonlara, araştırmadan öğrenmeye, kaynak paylaşımına, yasal ve profesyonel işleyişe ve en önemlisi müzeyi ve bütün bu süreçleri toplumun yararına nasıl devreye sokacağına dair ipuçlarını vermekteler.
Ancak etik kurallara statik prensipler olarak bakmamak gerekir. Zaman içinde, zamanın ruhuyla birlikte onlar da değişiyor. Dijitalleşme, iklim değişikliği, metaverse ya da uzaktan çalışma gibi görece yeni olguların bu spesifiklikte olmasa bile şemsiye kavramlarla giderek etik kural metinlerine sızmasını bekleyebiliriz.
Canan C. G.: Müzeler İçin Etik Kuralları metni bir tavsiye kararı niteliğinde olup, kısa adı ICOM olan Uluslararası Müzeler Konseyi’nin 4 Kasım 1986’da Buenos Aires’teki genel kurulunda, üye ülkelerin oylarıyla kabul edilerek yayınlanmıştır. Günümüze kadar yapılan düzenlemelerle gelişen bu tavsiye metni ile dünyada müzecilik alanında çalışan kurum ve kuruluşlara, müze profesyonellerine müze etik kurallarını izlemeleri önerilmektedir. Bu kurallarla asgari mesleki standartlar saptanmış, uluslararası müzeler konseyince tanımlanan ve paylaşılan etik kuralların benimsenmesi teşvik edilmiştir. Söz konusu etik kurallara göre müzecilik mesleği üyeleri kabul edilmiş standartlara ve yasalara uymalı, mesleğin saygınlık ve onuruna uygun davranmalıdır. Kamusal alanı yasa dışı ve etik olmayan yönetimden korumalıdır. Daha iyi bir kamu kanaati geliştirmek için her fırsatta mesleğin amaçları, hedefleri hakkında halkı bilgilendirmelidir. Bu bakımdan etik kodlar müze profesyonellerine bir rehber niteliğindedir ve Müzeler için Etik Kuralları metninin kendisi müzeler için bütünüyle bir şeffaflık belgesidir. Tüm süreçlerin yazılı belge (politika) halinde tanımlanmasını esas alarak kamuyla paylaşılmasını tavsiye eder. Etik kuralların gelişime açık bir metin olduğunu görüyoruz. Müzelerin, müze uzmanlarının topluma ve bireylere karşı üstlendikleri sosyal sorumluluğu ve bu doğrultuda müzelerin şeffaflığını geliştirmeye yönelik güncel tavsiyeler de var. Müzelerimizin Etik Kurallar tavsiye kararını bağlayıcı olarak kabul ettiğini beyan etmesi ve bu beyanı kamuyla paylaşması bile şeffaflık adına son derece önemli bir kazanım olacaktır.
Türkiye’nin önde gelen kültür kurumlarının ve müzelerinin sektörel bilgiler, finansal veriler, kurum politikaları ve sektör paydaşları gibi verileri kamuyla yeterince paylaştığını düşünüyor musunuz?
Suay A.: Sanırım bu soruya yukarıda bir türlü cevap vermiş durumdayım.
Canan C. G.: Hayır. Sınırlı sayıda kurumun paylaştığı sınırlı veriler var ve yeterli değil. Ben de şunu sorayım; kamu bu bilgilere erişimi ne kadar talep ediyor? Demokrasi kültürü, mecburiyet olmadan beyanı gerekli kılar ancak bu kültüre sahip miyiz? Sahip değilsek sektörü icbar edecek yeterli talep var mı?
- Türkiye ve dünyadaki farklı müzeleri ve müze iletişimlerini karşılaştırdığımızda, şeffaflık bakış açısı ve iletişim yaklaşımı konusunda aralarında nasıl farklar ya da benzerlikler var?
Canan C. G.: Bunu tartışmaya etmeye ne yerimiz yeter, ne de zamanımız ancak yanıtlamak adına şu kadarını söyleyeyim: Dünyanın farklı ülkelerindeki müzeler yönetim biçimleri, koleksiyonları ve bu koleksiyonları edinme ve sergileme biçimleri, dolayısıyla halkla iletişimlerini nasıl kurdukları bakımından birbirinden farklı yapılardadır. Bu farklılığın temelinde; ulusal kimlik inşasına ilişkin ne tür süreçlerden geçtikleri, bu bağlamda ürettikleri kültür politikalarının belirleyicilerinin neler olduğu, bunun müzelerde nasıl temsil edildiği ve diğerlerince nasıl algılandığı yer alır. Özellikle çok kültürlü toplumlarda bu fark çoğunlukla çatışmalı bir temsil içermekle birlikte, müzelerin toplumsal barışı sağlamada, kültürlerarası bağları kurmada, geçmişe bakarak bugünü anlama ve geleceği kurmadaki etkin rolleri, kültürel farklılıkları anlamak ve anlamlandırmak amacında önem kazanmaktadır. Müzecilik, bu çok disiplinli alan, karmaşık sorulara yanıt arayan, birbirimizi tanımaya ve anlamaya hizmet eden ortak bir zemin kurar. İnsanlığın kadim hikâyesini anlatan müzeler, tüm farklılık ve benzerlikleri kucaklayarak bizim hikâyemizi anlatmaya uğraşmalıdır. Bunun için müzelere daha çok kaynak ve destek sağlanmalı, mevzuat meslek profesyonelleri ve akademisyenlerle birlikte, onların katkı ve eleştirileri dikkate alınarak düzenlenmeli ve geliştirilmeli, bir meslek olarak müzecilik daha çok konuşulmalı, tartışılmalı, müze bilim eğitimi gelişmeli ve daha çok müze bilimci meslek unvanı ile istihdam edilmelidir.
İlk Yorumu Siz Yapın